Turkish
Saturday 27th of April 2024
0
نفر 0

Kur'an'ı Anlama Metodu

Kur'an'ı Anlama Metodu


Kur'an'ı Anlama Metodu


Reveşe Berdaşt ez-Kur'an


DR.MUHAMMED HUSEYN BEHEŞTİ


TEŞEKKÜR


Bu kitabı tarayıp, tashih edip kütüphanemize kazandıran Muhammed ÇİÇEK kardeşimizden Allah ve Masumlar (as) razı olsun. Lütfen dualarınızda bizleri unutmayın. Bu kitabı kardeşimizin biricik kızı "Masume'ye" ithaf ediyoruz. :)

islamkutuphanesi.com

Ailesi


Dr. MUHAMMED HUSEYN BEHEŞTİ; 1928 yılında İsfehan'da doğdu. İlk ve orta öğreni mini İsfehan'da ve Kurn kentindeki Feyziye Dini İlimler Merkezi'nde tamamladı.

Tahran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde yüksek öğ renim gören Dr. Beheşti, 1950'lerde İran petrol endüstrisinin millileştirilmesi mücadelesine katıldı. Şahlık rejimine ve emperyalist1ere kar şı ömür boyu süren mücadelesini şehadet ödü lüyle noktaladı.

İran İslam Devrimi 'nin gerçekleşme sürecinde yürütme görevini yerine getiren İslam Devrim Konseyi'nin kurucuları arasında yer aldı ve Konsey'de üyelik yaptı.

Bu görevinin. yanısıra, anayasanın hazırlanmasıyla görevlendirilen Uzmanlar Meclisi'nde de çalıştı. Da ha sonra Yüksek Adalet Kurulu başkanlığına getirilen Dr. Beheşti,

arkadaşlarıyla birlikte kurduğu İslam Cumhuriyeti Partisi'nin baş kanlığına seçildi ve 28 Haziran 1981 tarihinde düzenlenen parti toplantısında bir bombanın patlaması neticesinde birçok arkadaşıyla bir likte şehit düştü. (Çeviren)


Bismihi Teala


ÖNSÖZ


Elinizdeki metin, 1977 yılının Mart ayında Isfehan 'da "Reveşe Berdaşt ez Qur'an" [Kur' an'ı Anlama Metodu](1) adı altında yapılan bir sohbet toplantısında sorulan sorulara Ayetul lah Dr. Beheşti'nin verdiği cevaplardan oluş maktadır.

Başlangıçta kaset olarak halkın istifadesine sunulan ve Devrim'den sonra "Cumhuriye Is lami" gazetesinde yayınlanan bu sohbet, ya zarın yaptığı yeni düzeltmelerle ilgililerin isti fadesine yeniden sunulmaktadır.

Bismillahirrahmanirrahim


SORU:


Son yirmi yılda Kuran 'ı anlamaya çalışma eğilimi büyük bir yaygınlık kazanmış ve Kur'an 'a duyulan ilgi artmıştır. Özellikle de genç nesil, "Kur'an 'a yaklaşmayın; onu an layamaz, idrak edemezsiniz." iddiasına sırt çevirmiş,

mümkün olabildiği kadar Kur'an'dan bizzat hüküm çıkarmaya, on dan yararlanmaya yönelmiş ve çok güzel ya rarlanma ve hüküm çıkarma örnekleri de ortaya konmuştur.

Ama bu güzel çabaların yanısıra şurdan burdan birçok el Kur’an'a uzanarak, onu yorumlama ve açıklama adı altında tahrifata girişmiş; buna karşılık, Kur'an 'ı anlama çabalarını engelleme girişimlerinde de artış olmuştur.

Gençlerin, bütün bu kısıtlı imkânlara rağ men, Kuran'dan en güzel tarzda yararlana bilmeleri için ne yapmaları gerekir? Bu ko nuda siz nasıl bir metot önerirsiniz?

CEVAP:


Birkaç sene önce Mektebi Qur'an'ın tefsir toplantılarından birinde, Huve'llezi enzele aleyke'l-kitabe minhu dyatun muhkematun hunne ummu 'I-kitabi ve uheru muteşabi hatun...

[Kitabı sana O indirdi. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de birbirine benzeşendir..." (Al-i İm ran, 7)] ayetinin tefsiri münasebetiyle, sözünü ettiğiniz konu hakkında geniş bir açıklamada bulunmuştum.

Bu açıklamam banda kaydedilmişti. O bandı dinlemenizi ve uygun bulursanız ilk elde onu bu yolda çaba harcayanların ve Kur'an'ı, anlamaya çalışanların istifadesine sunmanızı tavsiye ederim.

Bunu yapamaz sanız, o zaman bu sohbetimizde sorunuza ver diğim acele [hazırlıksız] cevabı onların istifadesine sunabilirsiniz. Her ne kadar bir ön hazırlığa sahip değilsem ve iş biraz aceleye gel mişse de, konunun daha iyi anlaşılması için sorunuza bölümler halinde cevap vermeye çalışacağım:


I.


Kur'an-ı Kerim'i az veya çok anlamanın belirli bir grubun tekelinde olmadığı husus reddedilmez bir gerçektir. Hiç kuşku yok ki Kur'an herkesin istifadesi için nazil olmuştur. Zaten bizzat Kur’an da bunu birçok ayetinde açıkça belirtmektedir.

Kur'an-ı Kerim kendisinin muttakilerin hidayet rehberi olduğunu ısrarla belirtmektedir. O nurlu bir kitaptır; aydınlatıcıdır. Mübeyyin bir kitaptır; hakikatleri gösterir ve görevleri belirtir, açığa vurur.

Ayrıca gayet açıktır ki Kur’anın doğrudan doğruya Peygamber(s)'in kendilerine ayetleri okuduğu kişilerin istifadesine sunulmuştu. Müslüman olmayanların ve İslam’a muhalefet edenlerin Kur'an'ın birkaç ayetine kulak verince bu ayetlerden anladıkları mananın kendilerinde meydana getirdiği heye can sayesinde İslam’a derin bir sevgi beslemeye başladıklarına ilişkin birçok tarihsel delil mev cuttur.

Bir hüküm nazil olduğunda; mesela cihada ilişkin bir emir geldiğinde, Peygamber'e ayet olarak nazil oluyor, Peygamber de onu halka okuyor ve halk o ayetten kendilerine ne buyrulduğunu anlıyordu.

Kur’anın küçük bir bölümünün değil, hemen bütün bölümlerinin herkesin anlayabileceği tarzda olduğu hususunda en ufak bir tereddüt yoktur. Hem Kur'an ayetleri bunu gayet açık bir şekilde belirtmektedir ve hem de tarihe ve Peygamber'in siretine biraz olsun aşina olanlar bunun tarihin ve siretin apaçık gerçeklerinden olduğunu bilmektedirler.

O halde, Kur'an'ın büyük bölümü halk genelinin anlaması için nazil olmuş bulunmaktadır; özel bir kesimin anlaması için değil.

***

II.


Fakat Kur'an'ın halk genelinin anlayabileceği tarzdaki bu bölümleri her şeyden önce Arapça'dır. İkinci olarak da Peygamber Asrı'nın Arapça'sıyladır. Üçüncüsü, yazılı olarak nazil olmamış; konuyu karşıdakine şifahi olarak bil dirme tarzında nazil olmuştur.

Şu andaki soh betimize benzer tarzda. Değişik vesilelerle ted ricen halka yapılan hitaplardan oluşmaktadır; yani bir yazarın baştan sona tanzim edip yaz dığı bir kitap gibi değildir.

Peygamber'e herhan gi bir konuda vahiy geliyor ve o da bu vahyi halka tebliğ ediyordu. Derken, Peygamber'in halka şifahi olarak tebliğ ettiği bu vahiy ezber leniyor veya değişik araçlara yazılıyordu.


O halde, bu üç hususun her zaman gözö nünde bulundurulması gerekmektedir:


1) Kur'an Arapça'dır.


2)Peygamber Asrı'nın Arapça'sıyladır.


3)Şifahi olarak peyderpey nazil olmuş ve hem ezberlenmiş, hem de yazılmıştır.


Bu üç husus gözönünde bulundurulduğunda Kur'an'ı anlamaya çalışacak kişilerin kimi özelliklere sahip olması gerektiği ortaya çıkar:

Her şeyden önce, Arapça bilinmesi.


Kur'an Arapça'dır, dedik. O halde bir Arapça metni inceleyecek kişinin Arap dilini iyi bil mesi gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim'e doğru dan başvurmanın ilk şartı Arapça'yı iyi bilmek tir.

Benim şahit olduğum kadarıyla bazı çok sa mimi arkadaşlar tam bir iyi niyet içinde, Arapça gramerine çok az vakıf oldukları halde Arapça sözlüklere başvurarak maalesef Kur' an-ı Kerim'i açıklamaya çalışmakta ve oldukça gülünç yanlışlıklar yapmaktadırlar.

Fakat bu kişiler çok iyi dostlar olduklarından ve iyi ni yete sahip bulunduklarından bize başvurmakta ve yanlışlarını kendilerine söyleyince derhal hatalarından vazgeçmektedirler.

Bu yüzden, Arapça gramerine iyi vakıf ol mak ve Arapça sözlüklerden istifade edebilecek durumda bulunmak gerekmektedir. Çünkü ki mi zaman bir kelime birçok anlama gelebilmekte ve o kelimenin hangi anlamda kullanıl dığını anlamak güç olmaktadır.

İkincisi; Peygamber Asrı'nda Hicaz, Necid, Yemen ve sair yerlerde konuşulan Arapça'nın bilinmesi ve buraların kültürüne aşina olunması gerekir. Çünkü dediğim gibi Kur'an, Pey gamber Asrı'nın Arapça'sıyladır.

Dillerle ilgilenenler bütün dillerin kendi içlerinde değişikliğe uğradıklarını bilirler. 1300 yıl önce şu anlamda kullanılan bir kelime bugün başka bir anlamda kullanılabilmektedir. Bu yüzden, Kur'an ayetlerinde geçen kelimele rin Peygamber Asrı'nda hangi anlamlara sahip olduklarını bilmek gerekmektedir.

Eğer Kur'an'ın kelimelerinden biri bugün başka bir anlamda kullanılıyorsa ve Peygamber Asrı'nda bu anlamda kullanılmıyor bile olsa hoşumuza gittiği için o kelimeyi bugünkü anlamıyla kullanmak istersek yanlış bir iş yapmış oluruz.


***

Kur'an-ı Kerim'in tabiat bilimiyle ilgili yö nü üzerinde duran bir dost, Kur'an'ın konuyla ilgili ayetlerini bir araya toplamıştı. Bu ayetleri tefsir edip açıkladığı kitabına bir göz attığımda, Peygamber Asrı'nda sahip olmadıkları anlam lar yüklenmiş kimi kelimeleri iddialarına da yanak olarak gösterdiğini gördüm.

Mesela, Mürselat Suresi'nin 25'inci [ve 26'ncı] ayet[ler]i olan Elem nec'ali'l-arza kifaten ehyden ve em vaten ["Biz yeryüzünü dirilerin ve ölülerin, toplandığı bir yer yapmadık mı?"]

ayetini almış ve bu ayetten Kur'an'ın dünyayı "hızlı uçan bir kuş" olarak tanımladığını ve bunun "dün yanın hızlı dönüşünü açıkladığını'" çıkarsa mıştı [istinbat etmişti].

Bu dost, sözlüğe başvurmuş ve sözlüğün kifat kelimesini "hızlı uçan kuş" olarak açık ladığını görünce de, "Kur'an dünyanın uçtu ğunu belirtiyor." diye istidlalde bulunmuştu. Bu kişinin Arapça sözlüğe baktığına ve kifat kelimesinin "hızlı uçan kuş" anlamına gel diğini görmüş olduğuna dikkat ediniz.

Kendisine dedim ki, öncelikle kifat kelime sinin Kur'an [Peygamber] Asrı'nda ve Kur' an'ın nazil olduğu bölgede de "hızlı uçan kuş" anlamında mı kullanıldığına; yoksa bu ke limenin "hızlı uçan kuş" anlamını daha sonra ki devirlerde mi kazandığına bakmak gerekir. İkincisi, bu ayetin bir sonraki ayete bağlı oldu ğuna da dikkat etmeniz gerekmektedir:

Elem nec'ali'l-arza kifaten ehyaen ve emvaten.

"Biz yeryüzünü diriler ve ölüler için kifat yapmadık mı?"

Peki ama "hızlı uçan kuş" ile diriler ve ölüler arasında nasıl bir ilgi bulunabilir? Bu ifade ["hızlı uçan kuş" ifadesi] ayette belli bir anlam ifade ediyor mu acaba?

Ayrıntılı sözlüklere başvurulduğunda görü lecektir ki kifat kelimesi, "başka şeyleri kapsa yan/ içinde bulunduran zemin" anlamındadır. Dolayısıyla da sözü geçen iki ayetin anlamı şudur:

"Biz yeryüzünü dirilerin ve ölülerin toplandığı bir yer yapmadık mı?" [Murselat Suresi 25-26]

Yer altında yuva yapan canlılar vardır; me sela tavşanlar... Ölen canlıların leşleri de genel likle toprağa gömülmektedir veya sel vb. et kenlerle gelen toz/ toprak/ çamur gibi artıklar leşlerin üstünü kaplamakta ve bu leşlerden bir kısmı fosilleşmektedir.

O halde, kifat kelimesine "hızlı uçan kuş" anlamını yükleyerek Kur'an-ı Kerim'in dünyanın döndüğünü belirttiğini alelacele id dia etmek doğru bir iş değildir ve bu tür davranışlardan uzak durmak lazımdır.

Kifat kelimesinin Peygamber(s) Asrı'nda da bu anlamda mı kullanıldığı, yoksa bu anlamın kifat kelimesine sonradan mı eklendiğinin bilinmesi gerekmektedir.

Özellikle de bulduğumuz yeni anlam eski lügat kitaplarında yoksa bilmemiz gerekir ki bu anlam Peygamber(s) Asrı'nda da mevcut değildir; kelime sonradan bu anlamı kazanmıştır.

Bu husus, ikinci maddenin ikinci hususu dur. Yani, kelimelere Peygamber(s) Asrı'nda yüklenen anlamı yükleme hususu.

***

Herhangi bir zamanda söylenen ya da yazılan bir şey, söylenip yazıldığı çevrenin 'şartlarını ve o zamanın toplumsal durumunu gözönünde bulundurmamazlık edemez; çünkü o atmosfer içinde söylenmekte, o atmosfer içinde yazılmaktadır. Toplumsal durum ve çevre, söz söyleyen veya yazı yazan kişinin meramını anlatmasına yardımcı olur.

Sahne Uhud Savaşı sahnesidir. Savaşanlara hitap eden ayetler nazil olmaktadır. Savaşçı lar savaş sahnesindedirler. Olup bitenin far kındadırlar. Her şeyi gözleriyle görmekteler ve zihinleri olayın etkisi altındadır.

Bu yüzden, herhangi bir ayet nazil olduğu zaman Allah-u Teâlâ’nın o ayette neyi kastettiğini derhal anla maktadırlar. Peki, ama ben şu anda o savaş sah nesinde olmadığıma göre eğer o ayetten aynı manayı anlamak istersem acaba ne yapmam gerekir?

Öncelikle, tarihe ilişkin incelemelerimle, kendimi o sahneye dâhil etmem lazım. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin en doğru anlaşılması, ayetlerin nazil olduğu sahnelerde mevcut olmakla mümkündür.

Bu mevcut oluş Peygamber Asrı insanları için mümkün olmuştur. Peki, o asırda yaşadığı halde o sahne lerde mevcut olmayan, başka sahnelerde hayat süren insanlar ile daha sonraki asırlarda dünyaya gelenlerin böyle bir mevcut oluşu sağlamak için hangi vesileden yararlanması gere kir?

Tabii ki tarihi inceleme vesilesinden...


Kur'an'ın birçok ayetinin sahih bir şekilde anlaşılabilmesinin yollarından biri, tarihi tahkik, tarihi inceleme ve ayetlerin nazil olduğu şartlara tarih aracılığıyla uzanmaktadır.

Eski incelemeciler bu sahada "esbabe'n-nüzul" [nüzü1 sebepleri] adı altında birçok kitaplar telif etmişlerdir. Bunların en meşhurları; müfessirlerin kendilerinden çokça yararlandıkları iki eserdir.

Birincisi Vahidi'nin (2) Esbabe'n-Nüzul’ü, ikincisi de Suyuti' nin (3) Esbabe'n Nüzul’ü... Fakat bu sahada daha birçok kitap da mevcuttur. Bunların yanında, İslam tarihinin Kur'an-ı Kerim'in nüzülüne ilişkin bölümünü de çok iyi bilmek gerekmektedir.

III.


Dediğimiz gibi, Kur'an herhangi bir yazarın yazdığı bir kitap gibi değil, yirmi üç yıllık süre zarfında değişik münasebetlerle inen ayetler ve sureler şeklindedir ve bir kitap halinde bir araya getirilirken,

ayet ve sürelerinin tertibinde bir tarihi sıralamaya uyulmamış; ayet ve sureleri nin tertibi, Peygamber'e nazil oldukları sıra gözönünde bulundurularak yapılmamıştır.

Kur'an'ın nüzulüne dair yaptığımız uzun araştırmalar sonucunda, kimi surelerin sonun da yer alan birkaç ayetlik bölümlerin önceki a yetlerden uzun müddet önce nazil olduğu ne ticesine ulaştık.

Bu yüzden, eğer bir ayetin ken disinden önceki veya sonraki ayetle bir ilgisi nin olmadığı görülürse veya pek az bir ilgisi olduğu görülürse tereddüde düşülmemesi ve bu ayetlerle olan ilgisini daha çok artırmak için yeni manalar peşine düşülmemesi gerekmek tedir.

* * *

ıv.


Bir ayetin başındaki ifadenin bir önceki ayetin fiili veya tamamlayıcı sıfatı olduğu, yani bir önceki ayeti tamamladığı hususu Kur'an-ı Ke rim'in birçok ayetinde mevcuttur. Başka bir ifa deyle, uzun bir cümlenin iki parçası iki ayet olarak yer almaktadır.

Bu durumun benzerlerini seylabi şiirlerde geniş bir şekilde bulabiliriz. Bu şiirlerde her mısranın sonu, bir cümlenin sonu değildir; sonraki mısra bir öncekini ta mamlamaktadır.

Bu hususa dikkat etmemek de Kur'an'ın yanlış anlaşılmasına neden olabilir. Ehyaen ve emvaten [Murselat Suresi, 26] ayeti bunun bir örneğidir. Elem nec'ali'l-arza kifaten; ehyaen ve emvaten.

[Murselat Suresi, 25-26] Buradaki ehyaen ve emvaten ifadesinin bir cümle olmadığı gayet açıktır. Hatta bağımlı bir cümlecik bile değildir. Birbirine atfedilmiş iki kelimeden ibarettir sadece ve bir önceki ayetin devamı du rumundadır.

Bu irtibata dikkat edildiği zaman da kifat kelimesinin bir sonraki ayete uygun düşecek bir anlamla anlamlandırılması zorun luluğu ortaya çıkacaktır.

Eğer kifat kelimesine "hızlı uçan kuş" an lamını verirsek, o zaman onu, bir dilbilgisi ku ralı olarak, "isim" yapmış oluruz ki, böyle olunca da isim halindeki bu kelime ile ehyaen ve emvaten ayeti arasında bir ilgi kurmamız mümkün olmayacaktır.

Yani dilbilgisi kural larına ters düşen bir durum ortaya çıkacaktır. Fakat eğer kifat kelimesini "başka şeyleri kapsayan, içinde bulunduran" şeklinde anlarsak, o zaman ehyaen ve emvaten ayetini dilbilgisi açısından ona bağlamak mümkün olacak ve son ayet ilk ayete sıfat olma görevini üstlene cektir.

Aynı şekilde, eğer kifat kelimesi Kur'an Asrı'nda "hızlı uçan kuş" şeklinde kullanılıyor bile olsa, iki ayet arasında olması gereken ilgiyi gözönünde bulundurarak kifat kelimesini "baş ka şeyleri kapsayan, içinde bulunduran" şeklin de anlamamız gerekecektir; "hızlı uçan kuş" şeklinde değil.

* * *

V.


Kur'an'ın meselelere açıklık getiren ayetleri nin tümü konu konu inmemiştir. Herhangi bir konuyla ilgili olarak birkaç ayet nazil olmuş, derken birkaç sene sonra karşılaşılan yeni bir durumla birlikte yeni ayetler nazil olmuş ve daha önceki ayetleri tamamlamışlardır. Her konuşmacı veya yazar da bunu yapar.

Eğer İslam'ın herhangi bir konu hakkındaki görüşünü bilmek istersek, Kur’an'ın konuyla ilgili bütün ayetlerini bir araya getirip onları nüzul sıralarını gözönünde bulundurarak ta rihi tertibe uygun bir şekilde düzenlememiz gerekmektedir ki,

İslam'ın o konuya ilişkin nihai görüşünü öğrenebilelim. El-Qur’anu yüfessiru ba’zuhu ba’zen; "Kur'an'ın bir bölümü diğer bölümünü tefsir eder, "açıklar." denmesinin sebebi de budur.


* * *
VI.


Kur'an belirli tarihi şartlarda nazil olmuş ve o şartlardaki sorunlara cevap vermiş bir ke lamdır. Fakat bu kelamı nazil olduğu yer ve za mana hasretmek mümkün değildir.

Çünkü o, evrensel ve ölümsüz sıfatlarına da sahiptir. Yani ayetlerin anlamının başka zaman ve mekânlara da teşrnil edilmesi gerekmektedir. Hem evrensel hükümlere sahip oluş ve hem de her ayetin nazil olduğu zaman ve mekâna sımsıkı bağlı olması Kur'an'ın özelliklerinden biridir ve bunu bizzat Kur'an belirtmektedir.

Peygamber'i, "âlemler için uyarıcı" (neziren lil-alemin) ve "bütün insanlara" (kaffeten lin nas) gönderilmiş olarak tanıtan ve hüküm lerinin her yere hakim olmasını isteyen Kur'an'ın belirli bir zaman ve mekana hasre dilmesi mümkün değildir. Tersine, bu husus onun evrenselliğine ve zamanlarüstü oluşuna delalet etmektedir.

Kur'an'ın her zaman ve mekâna hitap etme özelliği onun daha derin ve daha dikkatli bir şekilde incelenmesini gerektirir. Herkesin bu işi yapamayacağını düşünmemizin sebebi de budur. Hatta Peygamber'in zamanında bile herkes Arapça konuştuğu halde Kur'an'ın bu evrensel ve zamanlarüstü kapsamlılığını kolayca kavrayamamaktaydı. Çünkü ihtisas gerektiren bir iştir bu.

* * *

Kur'an insanı, insanın ruhsal yapısını, düşüncelerini ve yaşayış biçimini gözönünde bulunduran bir kitaptır. İnsanların farklı yapıya sahip olmaları; ruhsal, zihinsel durum ve yaşayış biçimi bakımından birbirinden farklı ol maları yüzünden Kur'an'ın insanlar üzerindeki etkisi de farklı farklıdır. Bu duru mu birçok kez müşahede etmişizdir.

Mesela bir ayeti bir kişiye okuduğumuzda onun bu ayet karşısında heyecanlanıp coştuğunu görmüş; aynı ayeti başka birine okuduğumuzda ise aye tin o kişi üzerinde "aynı etkiyi bırakmadığını birçok kez görmüşüzdür.

Bir ayet hakkında değişik kişilerin yorumları birbirinden farklı olmaktadır. Kimileyin genç birinin, arayış içinde olması ve işe arzuyla sarılması netice sinde bir ayetten çok güzel ve ilginç sonuçlar çıkardığı görülebilmekte;

buna karşılık işin uz manı olan birinin, o türden bir araştırıcı ruh ve arzuya sahip olmadığı için böyle bir sonuca ulaşamadığı; o ayeti sözü geçen genç gibi kap samlı bir şekilde anlayamadığı görülebil mektedir. Kur'an ve sair metinler incelenir ken, bu hususun da gözönünde bulundurul ması gerekmektedir.

Ben şahsen herkesin ayetler hakkındaki görüşlerini yazmasından yanayım. Bu beni çok sevindirir. Fakat bir şartla. Dobra dobra, "Ben bu ayetten şunu anlıyorum." demeleri ve fakat "Bu ayet kesinlikle benim anladığım şekildedir." dememeleri şartıyla.


Niçin?


Çünkü eğer biri çıkıp da "Bu ayet kesinlikle benim anladığım şekildedir." derse, ruhsal yapısı kendisinden daha zengin ve daha diri bir düşünce örgüsüne sahip olanların önüne bir engel olarak dikilmiş olacaktır ki buna hiç kimsenin hakkı yoktur.

Bu benim özellikle dikkat ettiğim hususlar dan biridir. Verdiğim tefsir derslerinde her hangi bir ayet hakkında yeni bir yorumda bu lunduğum zaman o yorumumu Farsça meale bile karıştırmamaya gayret eder,

"Bu ayetin meali şu; benim bu ayetle ilgili yorumum şudur." derim. Size de ayetlerin mealini ve rirken meale kendi yorumunuzu karıştırma manızı tavsiye ederim.

Çünkü sizin yorumu nuzdan daha mükemmel bir yorumda bulu nulması da mümkündür. Kendi yorumunuza değer verdiğiniz gibi, başkalarının yorumuna da değer vermelisiniz. Bunu canlı ve güzel yo rumlar için söylüyorum. Canlı ve güzel yorum lar derece derecedir. Her canlı ve güzel yorum dan daha canlısı ve güzeli olabilir.


* * *

VIII.


Kimileyin bu türden yorumların bazısında da acayip saptırmalara rastladığımız olmaktadır. Bu acayip saptırmalara bir örnek vereyim. Bu örnek, dini eğitim görmüş ve satıh(4) aşama sını bitirdikten sonra kendi şehrine giderek orada satıh'ı okutan bir öğrenciyle ilgilidir.

Bu şahıs, tefsirvari bir kitap yazmış ve görüşümü almak amacıyla bana getirmişti. Ki tabını bastırmak istiyordu. Bana, "Kitabı bastırdıktan sonra kimi yanlarının tartışmalara yol açması mümkündür. Üzerinde tartışma çıkabilecek konuların bana daha önceden bildi rilmesi ve bu konuları şimdiden düzeltmem daha iyi olacak." demişti. .

Getirdiği çalışma, 300 sayfa kadardı ve Fatiha Süresi ile Bakara Suresi'nin bir kısmının tefsi riydi. Bu çalışmanın on iki sayfasını okudum ve bu on iki sayfa için yedi sayfalık tenkit yaz mak zorunda kaldım.

Bunun üzerine yazara, "İnsaf edin! Bir eleştirmenden 300 sayfalık bir çalışma için 500 veya 250 sayfalık tenkit yaz ması istenemez. Bu yedi sayfa bir örnektir. Artık gerisini siz bilirsiniz." diye yazdım. Ardından daha sonraki sayfalara baktım ve şöyle bir şeyle karşılaştım:

Yazar, eqimu 's-salat ["namaz kılın"] ayetine ulaşınca bu ayetin meali olarak şu ifadeye yer

vermekteydi:


"İnkılâp ateşini devam ettirin."

Diyordu ki: "Salât, yani "inkılâp ateşi". Çün kü Kur'an şöyle buyurmaktadır: lnne's-salate tenha ani'l-fahşai ve'l-münker. [Ankebut Suresi, 45] Yani salât, hayâsızlıktan, fenalıktan ve zulümden vazgeçirir."

Ve ekliyordu:

"Dünyada yüz milyonlarca Müslüman var. Bunların en azından 300 milyonu düzenli bir şekilde namaz kılmaktadır. Fakat acaba bun ların kıldığı namaz kendilerini fenalık ve hayâsızlıktan alıkoymakta mıdır? Bilindiği gibi hayır!

Bunların arasında namaz var, cami var ama azgınlık, fenalık ve hayâsızlık da var. O halde bu gördüğümüz namaz, fenalık ve hayâsızlıktan alıkoymamaktadır. Oysa Kur'an gayet açık bir şekilde şöyle buyurmaktadır:

lnne's-salate tenha ani'l-fahşai ve'l-mun ker. ["Muhakkak ki salât, kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçirir." (Ankebut Suresi, 45)]

"Eğer salât 'ın anlamı "namaz" olsa, Kur' an 'ın bu ayeti, yerinde bir ayet olmamış olur; Kur'an yanlış bir iddiada bulunmuş olur. İşte, Kur'an'ı yanlış olma vasfından uzak tutmak için,

salât 'ın başka anlamda olduğunu söy lememiz icap eder. Şimdiye kadar salât yanlış olarak "namaz" şeklinde anlaşılmaktaydı. Oysa salât 'ın başka bir anlamı vardır,

o da "ateş"tir; "inkılâp ateşi". O halde eqimu 's-salât diyen bütün ayetlerin meali, "İnkılâp ateşini devam ettirin." şeklindedir. Böyle olunca iqame keli mesinin anlamı daha iyi anlaşılmakta ve ne diye sallu ["kılın"] değil de, eqimu's-salât de nildiği açıklık kazanmaktadır. Çünkü sallu kavramı eqimu' s-salât kavramından başka bir şeydir.

Eqimu 's-salât, yani "İnkılâp ateşini devam ettir!" Yuqimune' s-salât da "inkılâp ateşini de vam ettirenlere işaret etmektedir.' Onlar, "inkılâp ateşinin kendilerini fenalık, hayâsızlık ve azgınlıktan alıkoyduğu gerçek mü’min lerdir ve Kur'an'ın bu ayeti, öbür ifadenin ter sine, netice vermeyen bir şey değildir."

Böylece bu önemli keşif [!] sayesinde bindörtyüz yıllık zaman zarfında, Allah'ın Resu lü'nden tutun da günümüze kadar gelmiş geçmiş bütün Müslümanların salât 'ı ve iqa me-i salât 'ı yanlış anladıkları ortaya çıkmış ol maktadır. Yani, şu her namazdan önce oku duğumuz qad qameti's-salât sözünün anlamı şudur:

"İnkılap ateşi başladı" (?!)

* * *


İşte sırf kendi görüşüne dayanarak Kur’an’ı tefsir etmek buna derler! Bu öyle bir şeydir ki, her insaflı kişi, ("Her Müslüman kişi" demi yorum. "Her Allah’a ve Kur'an'a inanan kişi" de demiyorum.

"Her insaflı kişi" diyorum.) Müslüman olmayan ve hatta Kur’an'ın bir va hiy kitabı olduğuna inanmayan biri bile gelip de bu metnin başına neler getirildiğini görse, "Beyim, el çekin bu işten! Kendi kendinize oturmuş, Kur'an için kendi isteğinize uygun anlamlar icat etmektesiniz!" diyecektir.


Bu beye derim ki:




Evet, beyim; Kur’an inkılâp kitabıdır; İslam inkılâp kaynağıdır ve Kur’an'ın inkılabi ayetleri pek çoktur. Peki ama Kur’an'ın inkılabi a yetlerine kıran mı girdi ki, İslam'ın inkılabi çehresini göstermek için eqimu' s-salat sözüne bu şekilde meal verelim?!

Beyim! Buyurduğunuz gibi, namaz kılan 300 milyon kişi var ve bunların kıldığı namaz onları fesat ve münkerden uzaklaştırmıyor; çünkü namazları namaz değil namazın sure tidir de ondan! Kur'an diyor ki, "Namaz;

fesat ve münkerden alıkor." Bugün mevcut olan namaz ise namazın suretidir; namazın anlamsız veya pek az anlamı olan sureti… Namaz zikir'dir, Allah'ı anmadır.

Evet insan her gün beş kez gerçek anlamda namaz kılarsa ve her kıldığı namaz gönlünün derinliklerinde Allah'ın zikrini dirilterek ona Allah’ı hatırlatırsa; Allah'ı dosdoğru tanırsa Allah’la Olan ilgisi sahih bir ilgi düzeyinde olursa,

bu namaz hiç kuşku yok ki kendisini fesat ve münker den alıkoyacaktır. Gerçek namaz; fesat, münker ve azgınlıktan alıkor; ama bu bile yüzde yüz değildir.

Sanki inkılâp ateşi; fesat, münker ve azgınlığın önünü yüzde yüz alabilmiş midir? Dünyanın neresinde fesat, münker ve azgın lığın önünü yüzde yüz alabilmiş bir inkılabi ülke mevcuttur?! İşte, gerçek namaz da fesatı münker ve azgınlığın önünü alan etkenlerden sadece bir tanesidir.

Namazı ikame etme 'nin anlamı ise gayet açıktır.


Biz Farsça'da Merasime çeşn berpa şod. ["Bayram merasimi ayaklandı; yani teşkil edildi."] Merasime neyayeş berpa şod. ["Dua merasi mi ayaklandı; yani düzenlendi, kalktı, baş ladı”.] deriz. Bir deyimdir bu.

İngilizce'de de na maz kılmak yerine to say prayer (dua söylemek) denir. Bu bir deyimdir ve bu deyim her dilde farklı şekilde dile getirilmektedir. Önemli bir şey değildir yani.

Siz eğer tutup da Farsça'da Aya nemazetanra goftiyd? ["Namazınızı söylediniz mi?"] derse niz, gülünç duruma düşersiniz. Aya nemazetanra hondiyd? ["Namazınızı okudu nuz mu?"] demeniz gerekmektedir.

Arapça'da da eğer Hel qara'te's-sala? ["Namazı okudun mu?"] diyecek, olursak, gülünç bir şey olur. Hel salleyt? ["Salatladın mı?" veya "Namaz ettin, kıldın mı?"] dememiz lazım. Bu durum bir kavramın muhtelif dillerde farklı şekillerde ifade edilmesinden ileri gelmektedir.(5)

Buna ilaveten kıyam, namazın vaciplerin den biridir ve rüküdan önce kıyam etmek na mazın bir esasıdır. Bu nedenle de, kıyamın ve ayakta durmanın temel vaciplerinden biri olduğu bir ibadette berpa darid

["ikame edin", "eda edin"] ve nemaz bepa şod ["namaz' ikame edildi", "namaza ikamet edildi"] ifadelerinin oldukça yerinde ve doğru ifadeler sayılması ge rekmektedir ve sırf bu nedenle namazı ateş ve ateşi de inkılâp ateşi olarak tanımlamanın hiçbir anlamı yoktur.

İşte Kur'an-ı Kerim ayetleriyle ilgili bu tür bir yaklaşım, bu ilahi kitabın asaletini yitirme sine yol açacak, sırf kendi görüşüne dayanarak tefsir yapmaktır [kendi reyiyle Kur'an'ı tefsir etmektir.]

Acaba imanlı aziz gençlerimiz Kur'an ayetleriyle Kur'ani ifadelerin birer hamur yumağı haline getirilerek her isteyenin istediği şekli verebilmesine yol açılmasını; Kur'an'ın bize bir düşünsel çerçeve çizmek,

be lirgin düşünsel boyutlar kazandırmak ve belirli bir dünya görüşü ve ideoloji sunmak yerine herkesin istediği anlamı yükleyebileceği bir hal almasını normal karşılayabilirler mi?


* * *

Kimi zaman da Kur'an'ın şifresel ve sembolik bir dile sahip olduğu söylenmektedir. Bu cümleyle neyin kastedildiğinin bilinmesi gerekir.

Eğer biri çıkıp ta, "Kur'an'ın dili tıpkı bir çözüm anahtarı bulunan ve eline geçenin bu anahtar sayesinde çözdüğü siyasi ve a askeri şifrelerin dili gibidir." derse, biz bunu kabul edemeyiz ve siz de kabul etmezsiniz.

Kur’an şifre kitabı değildir. Apaydın ve aydınlatıcı kavramlarıyla apaçık bir kitaptır. Temel ve asıl kısmı herkesin anlayabileceği türden kesin hükümler ifade eden muhkem ayetlerden oluşmaktadır.

Evet, Kur’an’ın müteşabih diye isimlendiri len bir bölüm ayetleri aşağı yukarı şifre şeklindedir; ama ayetlerin küçük bir bölümü böyledir, Kur'an'ın hepsi veya büyük bölümü değil.

Ama eğer bu söz, "Kur'an herkesin anlayabileceği bir dizi anlam ihtiva eder, fakat bunlara ilaveten daha yüce anlamlar ifade eden işaretlere de sahiptir ve fikri bakımdan daha ileri olanlar bu işaretleri daha iyi idrak edebilirler.

Fakat bu işaretler Kur'an'ın herkesin okuyup anladığı manasına ters düşemezler. Bunlar olsa olsa herkesin anladığı mananın bir aşama daha üstündedirler." Anlamında söylenirse durum farklılaşır.


Kur'an'ın sembolikliği bu anlamda olursa kabul edilebilir mi?


Evet, kabul edilebilir.



***

IX.



Kur’an'ı herkesin anladığından daha iyi bir şekilde anlamak ihtisas gerektirir; hatta Kur' an'ın kimi yerlerini daha iyi anlamak için vahiy kaynağından istifade etmek de gerekmektedir.

Kur’an'ı anlamanın aşamalarından biri, se lam olsun onlara, Peygamber ve İmamlara mahsustur ve onlardan gelen rivayetler dışında bir yolla Kur'an’ı ne şekilde anladıklarını bilmek de mümkün değildir.

Elbetteki bu husus Kur'an'ın sembolik ve şifresel yönleriyle yada kelime ve kavramlardan çıkarılabilecek daha yüce anlamlarıyla ilgili bulunmaktadır.

Kur'an'ın öyle yerleri vardır ki onların ne şekilde anladığını bilmeden o tür yerleri bütünüyle açıklamak mümkün değildir. Bu tür hususlarda yalnızca Peygamber-i Ekrem (s) ve İmamlar (a.s) kelimeler arasındaki ilgiyi yaka layıp ayetleri güzel bir şekilde açıklayabilirler. Çünkü Peygamber, tıpkı vahyin yöneldiği kaynak olduğu gibi bu tür istisnai açıklamaların kaynağı da olabilir.

Rivayetlerde geçen, tefsirin Peygamber ve Ehlibeyt'e (selam olsun onlara) mahsus olduğu ifadesinden kasıt, tefsirin bu derecesiyle ilgilidir. Yani bu ifade, kelimeler ve kelimeler arasındaki ilgi incelendiği halde ye terli bir mana elde edilemediği durumlar için geçerlidir.

Sembolik anlamların diğer türü ise anlamın kelimelerden rahatlıkla elde edilemediği ve bu yüzden çoğunluğun kolayca kavrayamadığı a yetlerde göze çarpmaktadır. Fakat bir kişi çıkıp da "Ben bu ayetten şunu anlıyorum." dediği za man; çoğunluk, bu anlamla ayetin kelimeleri arasında kolayca ilgi kurabilmekte ve çıkarılan yeni anlamın doğruluğunu onaylayabilmekte dirler. Bu da bir tefsir türüdür.

Ama bu tefsir şekli Peygamber ve İmamlar'a mahsus tefsir den farklıdır. Bu tür tefsir hususunda çok dikkatli davranmamız, heva ve hevesimizin etki si altına girmememiz gerekir.

Çünkü. eğer heva ve hevesimize uyup herhangi bir ayeti tefsir edecek olursak, bu demektir ki o ayetin öyle anlaşılmasını canımız istediği için böyle bir tef sir yapıyoruzdur. Bu durumda, bizi onaylaya cak birilerinin peşinde koşar ve böyle birini bu lur bulmaz söylediğini kabul ederiz.

Eğer öyle yapılacak olursa bir çeşit sırf kendi görüşüne dayanarak Kur'an'ı tefsir etme durumu ortaya çıkar ki bu, kınanmış, kötülenmiş, reddedilmiştir. Peygamber'den ve İmamlardan bize ulaşan rivayetlerden bu duruma şiddetli bir şekilde karşı çıktıkları anlaşılmaktadır.


Sırf kendi görüşüne dayanarak Kur'an'ı tef sir etmeyle ilgili olarak salât hususunda daha önce bir örnek vermiştim. Kur'an inceleyicisi Beyin aklı, Kur'an'ın inkılabi bir kitap olduğuna ilişkin delilleri Kuran’dan tesbit et meye takılıp kaldığından, ayetlere öyle anlam lar yüklemekteydi ki tarafsız kişilerin o ayetleri o şekilde anlamaları hiç bir şekilde mümkün değildir.

Ayetlerin başka zaman ve mekânlara uygu lanmasıyla ilgili olarak üzerinde durulması ge reken bir diğer nokta vardır ki o da şudur:

Bu uygulama biçimini idrak etmek, ilmi ih tisasın yanında başka bir özellik te gerektirmektedir. Bu özellik, imamet'tir. Yani belirli bir mekanda ve belirli şartlar içinde emredilen bir hükmün başka mekan ve şartlara ak tarılması işi her alim ve incelemecinin anlaya mayacağı incelikte bir iştir.

İmam anlar onu rehber anlar. Çünkü rehber, bu adap ve erkanı idrak ettiği için rehberdir.


Bu yüzden, ayetlerin değişik mekan ve şartlara aktarılması işi bu çerçevede ve imametin kontrolü altında gerçekleşir. Eğer bu ima met, masum imamet(6) düzeyindeyse, "Bu du rum İmam-ı Masum'a has bir iştir." deriz.

Ama eğer bu iş masum olmayan imameti kap sayan Nisbi İmamet'in(7) kontrolünde gerçek leşirse, o zaman "Bu durum Nisbi İmam'ın işidir." deriz. Fakat imamet düzeyinde bulun mayan bir alim velev allame bile olsa, ayetlerin değişik mekan ve şartlara aktarılması işini tam anlamıyla ifa edemez.

0
0% (نفر 0)
 
نظر شما در مورد این مطلب ؟
 
امتیاز شما به این مطلب ؟
اشتراک گذاری در شبکه های اجتماعی:

latest article

Şehid Mutahhari: Haz almaktan başka bir amacı olmayan insan hayvan değil de nedir?
Yüce Allah’ a Sığınmak
Peygamber Efendimizin ‘Zeynep’le Evliliği’ne Dair İftira
RESULULLAH(SAA)VE ON İKİİMAMIN DİLİNDEN HZ.FATIMA(SA)
Aşura Günü' Hakkında Bilinmesi Gerekenler
MUTTAKİLERİN VASIFLARI
Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın Evliliği
Gönülden Gönüllere
Hz. İbrahim'in Güzel Ahlakı
Meyyite Telkin Etmenin Felsefesi

 
user comment