Turkish
Friday 29th of March 2024
0
نفر 0

İslami Ailede Güç Dağılımı

Karı ve koca arasındaki eşitsiz güç dağılımını ailedeki cinsiyet eşitsizliğinin temel ekseni olarak bilmişlerdir. Max Weber’in tanımında “güç, bireyin kendi iradesini her ne kadar karşı koysa da başkalarına empoze etmesidir.” Bu tanım ve benzer tanımlar gücün yalnızca görülen yönlerini ahlaki konularda nihai karar alma gibi belirgin yerlerde somutlandırmayı nazarda
İslami Ailede Güç Dağılımı

Karı ve koca arasındaki eşitsiz güç dağılımını ailedeki cinsiyet eşitsizliğinin temel ekseni olarak bilmişlerdir. Max Weber’in tanımında “güç, bireyin kendi iradesini her ne kadar karşı koysa da başkalarına empoze etmesidir.” Bu tanım ve benzer tanımlar gücün yalnızca görülen yönlerini ahlaki konularda nihai karar alma gibi belirgin yerlerde somutlandırmayı nazarda almaktadır. Son dönem uzmanlar gücün gizli yönlerini güçlü kişilerin menfaatleri ile güç altında yaşayan kişiler arasındaki çelişkileri bulmakta ve buna vurgu yapmaktadırlar. Bu gizli yönler genellikle güç altında yaşayan kişilerin istek ve eğilimlerini açıkladıklarında ortaya çıkmaktadır. (Komter, 2001: 360) Her takdirde, bilinen tüm toplumlarda güç dengesi ister ailede ve ister sosyal çevrelerde olsun erkeklerin çıkarlarına yönelik olmuş ve ataerkil sözcüğü bu konuda özel bir öneme sahip olmuştur.

Ataerkillik, erkeklerin hegemonyasını anlatan bir kavramdır. Radcliffe Brown, baba nesebi (baba soylu) ve baba mekânlı (kadının evlendikten sonra kocasının evine taşınması) ailelerin özelliklerinde, irsin erkeklere verildiği, erkek çocuğun babanın yerine geçtiği ve gücün ailenin babasında olduğu şeklinde ataerkil sözcüğünü tanımlamıştır. (Saruhani, 1370: 525) Ataerkillik, Weber’e göre, geleneksel toplumlar arasında yaygın olan güce dayalı bir sistemdir. Bu toplumlarda, genel olarak ailelerin içinde hane halkı unvanı ile ekonomik ve akrabalık bağları organize edilmekte ve otorite verasetin kesin olarak kabul ettiği belirli bir kişi tarafından uygulanmaktadır. Weber’in kavramında, feodal toplumlarda efendi ve lortluğuna işaret edilen baba, gücünü hem erkeklere karşı ve hem de kadınlara karşı kullanmakta ve hane reisi unvanı ile diğer üyelerin ekonomik ve davranışlarını tam olarak kontrol etmektedir. açıktır ki bu kavrama göre, ataerkillik, iki cinse mahsus bir kavram olmayacaktır. (Bradley, 1933: 181)  

Bu kavram, 1970’li yılların başlarında, feministlerin edebiyatında politik öneme sahip bir kavram unvanı ile yaygın bir kullanım bulmuştur. Yaygın sosyal teoriler erkeklerin otoritelerini anlatmak için genel bir kavram ortaya koymaktan yoksun olduklarından, radikal feministler, ataerkil kavramını bu önem için seçtiler. Bu yeni uygulama, fikirleri ve uygulamaları ifade etmekte ve en yakın cinsel maruziyetten tutun, makro-ekonomik ve ideolojik faktörlere kadar genişlemektedir. Ataerkillik kavramı, zamanla erkeklerin kadınlara karşı olan otoritesini anlatmasının yanı sıra erkek iktidarının hiyerarşik yapısını ve bu gücün ideolojik meşruiyetini doğal bir durum, norm, doğru ve adilce bir yaklaşım olarak da kullanılmaya başlanmıştır. (Ramazanoglu, 1989: 33-34)

Ailede Güç Dağılımının Açıklaması

Erkeklerin kadınlara oranla daha güçlü olduğu, özellikle erkeklerin hâkim olduğu yahut ataerkil aile çevrelerinde, genel sosyal ve evrensel gelişmelerden sayılmaktadır. Hatta bazı kıt iddialara göre anaerkil toplum sistemlerinde yahut beşer yaşamının ilk dönemlerinde erkek ve kadınlar arasında sosyal eşitlik kavramının hâkim olduğu veya günümüz uygar olmayan toplum sistemleri, çağdaş insan bilimcilerinin karşı çıktığı sistemlerdir. Örnek olarak, Klineberg göre, anne bağıl ve çocukların sorumluluklarının annenin ailesinde olduğu melanezya toplumları gibi toplumlar anaerkil toplumlar için şahit olarak gösterilemez. (Klineberg, 319: 1368) Eski zamanlardaki put perest dinlerde görülen tanrıçalara tapma hakkındaki tarihi bazı kanıtlara istinat edilmesi de eleştirilmiştir. Zira tanrıçalara tapma geleneği de geçmiş dönemlerde saygın ve değerli bir şey olmuş olabilir, ancak bu, kadınların bir zamanlar erkeklere hâkim olduğu ve hatta eşit olduklarını görüşünü sabit etmemektedir. (Heywood, 31: 1375)

Bununla birlikte kadınlar, çeşitli toplum ve farklı tarihi dönemlerde aile içinde güç ve nüfuz deneyimi yaşamış olsalar da her zaman erkeklere kıyasla daha az güce sahip olmuş ve daha düşük bir yer elde etmişlerdir.

Tüm bunlara rağmen, çağdaş toplumlardaki eşitlik isteyen aileler yahut demokratik açılımlar ailedeki geleneksel güç dağılımında değişikliğin yaşandığını ortaya koymaktadır. Varsayılan ise kadın ve erkeğin bu yeni aile sisteminde ailesel yaşamın çeşitli ve özellikle karar alma, aile gelirinin kontrolü ve kaynaklarda katılım gibi konularda eşit güce sahip olmalarıdır. Bu ailelerde, çift için gücün paylaştırılması aşağıdaki üç yoldan birisinden yararlanılmaktadır:

1) Sorumluluk alanının eşit paylaşımı; 2) Tüm alınan kararlarda tam bir katılım; 3) Birinci ve ikinci maddelerin ayrıştırılması.

Halbuki çok sayıda karı ve kocanın açıkladığına göre evlilik yaşamındaki güç dengesi eşit bir şekildedir. Elde olan veriler bu eşit normun henüz tam olarak kapsayıcı bir yön kazanmadığını ortaya koymaktadır. 1980 yılında Amerikalı 3000’in üzerinde evli çiftle yapılan görüşmede, çiftlerin yaşamlarındaki güç dengesi sorulmuştur. Bu ankette çiftlerin % 64’ü evlilikte eşit bir güç dengesine sahip olduklarını açıklamışlardır. Geriye kalan çiftlerin çoğunluğu kocaların daha fazla güce sahip olduklarını izhar etmiş ve % 9’dan azı ise kadınların daha baskın olduklarını açıklamıştır. (Taylor, et al, 2000-274) Aynı şekilde 1986 yılında İngiltere’de yapılan başka bir araştırmaya göre eşitlikçi model yalnızca ailelerin beşte biriyle örtüşmüştür. Öteki ailelerde erkek ve kadınlar arasındaki mevcut olan malların paylaşımının eşitsizliği dile getirilmiştir. (Vogler and paul. 1999: chap.6)

Bununla ilişkili başka araştırmalara da değinmek gerekir ki son yıllarda evliliklerdeki güç dengesinde (marital power) tutum değişikliğine gidildiği ortaya çıkmaktadır. Örneğin 1962 yılında bir grup Amerikalı kadın arasında yapılan bir araştırmaya göre ankete katılan kadınların yalnızca % 33’ü “aile yaşamındaki önemli kararların çoğunluğu erkekler tarafından alınır” görüşü reddedilmiştir, ancak 1980 yılında yapılan araştırmada kadınların % 71’i zikredilen cümleyi reddetmiştir. (Schaefer, 1989:324)

Ailede Güç Dağılımı Kuramları

Erkeklerin eşlerine karşı daha çok güç sahibi olmasına ne gibi etken ve etkenler sebep olmuştur? Başka bir ifadeyle, ataerkillik özellikle aile düzeyinde nereden kaynaklanmıştır?

Bu sorunun cevabında her biri konunun bir yönüne değinen bazı teoriler öne sürülmüştür. Bu konuda da cinsel taksim konusunda olduğu gibi üç kuramı inceleyeceğiz. Bu kuramlar şunlardan ibarettir: biyolojik kuramlar, psikolojik kuramlar ve sosyolojik kuramlar.

a) Biyolojik Kuramlar  

Biyolojik açının açıklanmasında bazen erkeklerin tahakkümünde erkek hormonlarının dehaletine vurgu yapılmıştır. Bu kategorideki açıklamalarda erkek hormonu (testosteron) başkalarının kontrol ve tahakkümüne şiddetle temayül etmekte ve tesir altına almaktadır ve çünkü günümüz erkekleri kadınlara nispetle daha çok testosterona sahip olduklarından tahakkümcü bir şekilde davranmaktadırlar. (Baron1 and Byrne, 1997: 186) Bazen de erkeklerin kadınlara üstünlüğünün fiziksel gücünden kaynaklı olarak erkeklerin daha çok iktidar ve tahakkümüne neden olduğu belirtilmiştir. Yani erkekler kadınları kendilerine itaat etmeye zorlayacak kadar güçlüdürler ve dolayısıyla güçten büyük payı kendilerine ayırmalarını doğal olarak karışlamamız gerekmektedir. Bu tür açıklamalar, anatomik cinsel farklılıklar özellikle doğurganlık, regl gibi kadınların yaşadıkları bu tür durumlar kadınların erkeklere oranla daha zayıf sayıldığı faktörlerdir. (Klineberg, c. 1, 319: 1368)

Biyolojik bazı kuramlarda da kadın ve erkeklerin evrim sürecine istinat edilmiştir. Bazı biyososyologların istidlallerine göre erkekler evrim süreçlerini avcılık ve yemek üreticileri unvanı ile geride bırakmışlardır. Hâlbuki kadınlar çocuk yetiştirme ve ev bakımı konusunda evrim süreçlerini tamamlamışlardır. Eğer bunu, erkeklerin daha çok çalıştıkları teorisiyle birleştirirsek olursak, onların doğal olarak güç ve prestij elde ettikleri sonucunu alırız. (Kammeyer, et al, 1989: 329)

Şunu belirtmek gerekir ki biyolojik faktörlerin erkeklerin kadınlara egemen ve muktedir olmalarındaki etkisinin vurgulanması bazı feminist görüşlerde de göze çarpmaktadır. Radikal feministler 1970 yılında yapılan ankete dayanarak fiziksel gücün kadınları kontrol etmedeki rolünün şimdiye kadar tasavvur edilenden oldukça fazla olduğunu açıklamıştır. (Jagger, 1375: 42) Bu doğrultuda Mary Daly, jinekoloji kitabında, erkeklerin kadınlara egemen olmak için uyguladıkları şiddet yöntemlerine değinmiş ve erkeklerin “doğal” şiddetini ataerkillik ve kadınların baskıya uğramasında belirgin bir etken olarak tanıtmıştır. (Tong, 1997: 104)  

b) Psikolojik Kuramlar

Erkek ve kızların kişiliklerinin şekillenme sürecindeki açıklanan farklı psikolojik kuramların[1] yanı sıra, liderlik kuramları da (Ieadership) sosyal psikolojide erkeklerin iktidarını açıklamada bize daha fazla ipucu verebilir. Liderlerin kendisine has kişiliklerinin özellikleri hakkında araştırmalar net bir sonuca varmasa ve bir ittifak sağlanmamış olsa da liderleri takipçilerinden ayıran minimum özellikler, araştırmacıların vurgusuna neden olmuştur. Bu özellikler şunlardan ibarettir:


1. Güç açısından amacına ulaşmak için insana yardımda bulunan kişisel üstünlükler. Örneğin: zeka, fiziksel güç ve özel beceriler (örnek olarak: takımın en iyi oyuncusu kendiliğinden takımın liderliğini üstlenecektir);
2. Kişiler arası etkileşim alanında üstün beceriler;
3. Hırs ve sorumluluk gibi özelliklerle tanınmak ve güç sahibi olmak için yüksek motivasyon sahibi olmak. (Sears, et al, 1988: 403)

Bu değerlendirmeye göre erkeklerin fiziksel özelliklerinin yüksek olması, ailede amacına ulaşma doğrultusunda zihinsel ve fiziksel becerileri, macera duygusu, hegemonya ve daha başka kişisel özelliklerden dolayı erkeklerin iktidarlarının doğal bir süreç olduğu varsayılabilir. Bu teoriye ek olarak başka teorilerde bulunmaktadır. Bu teoriler kelimenin dakik anlamını ortaya koyan nedensel açıklamalar değil, bilakis teolojik açıklamaları sergilemektedir. Bu da bireylerin bilinçli ya da bilinçsiz niyet ve motivasyonuna vurgu yapmaktadır. Burada bu teorilerden ikisine numune olarak değiniyoruz:

–Radikal feministlerden biri olan- Mary O'Brien, kadınların üreme konusunda eziklik ve düşüklüğüne değinmiş ve onu erkeklerin yabancılaşma penceresine benzetmiştir. Ona göre, erkeğin üremeden ve ona bağlı olarak çocuklarından yabancılaşması en azından üç şeyden kaynaklanmaktadır: ilk olarak kadının yumurtalığı ve ondan hâsıl olan çocuğun birlikteliği zamansal ve mekânsal olarak kesilmemektedir. Çünkü tam anlamıyla kadının içinde gerçekleşmektedir, hâlbuki erkek spermi ile ondan hâsıl olan çocuk arasında mekânsal ve zamansal birliktelik kesilir. Çünkü erkeğin bedeni dışında bu gerçekleşmektedir. İkinci olarak erkekler değil kadınlar, üremenin asli görevini yani gebelik ve doğurganlığı yerine getirmektedirler. Üçüncü olarak, kadınla çocuk arasındaki ilişkinin kesin bir yönü vardır ve kendisi en azından doğum sırasında bebeğin onun bir parçası olduğunu bilmektedir; buna karşın, erkekle çocuk arasında her zaman kesin olmayan bir ilişki yönü vardır; o asla, hatta doğum sırasında çocuğun gerçekten genetik olarak ona nispeti olup olmadığından bile tam olarak emin olamamaktadır. Bu anlatılan faktörlere göre, erkek yabancılığını telafi etmek için bu üremeye olan özel bir bilinçle yabancılığını gidermek için ataerkilliğe yönelmektedir. Babalık konumunun sarsılmasından dolayı, kadının üreme gücüne sahipse, onun ürününe de sahip olur istidlali ile kendi çocuğunun bedenini kontrol etmek maksadıyla kadının bedenini kontrol etmeye koyulmaktadır. (Tong, 1997: 78-79)

Dorothy Dinnerstein, erkeğin kadına sultasını psikanalizim açısından açıklayan bir başka yorumdur. Ona göre, anne vücudu çocuğun dünya ile karşılaştığı ilk yerdir ve o, onları dünyadaki bir sembol unvanı ile itimat edilmez öngörüsünde bulunmuştur. Anne, çocuk için hem zevk, hem dert ve hem de acı kaynağıdır. Onun fiziksel ve ruhsal ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamayacağına güvenmemektedir. Dolayısıyla çocuk annelere (kadınlara) karşı iki duygu ile büyümektedir. Erkekler, bir defa daha çok güçlü bir güce bağlılık deneyimini yaşamak istemediklerinden kadınları kontrol altına almaya çalışmaktadırlar. Kadınlar da içlerindeki annelik gücünden korktuklarından erkeklerin kontrolü altına girmeye çalışmaktadırlar. Bu süreç birkaç özellikli has bir cinsiyet düzenlemesine neden olmaktadır. Erkeklerin kadınlara cinsel kontrol ve tasarruf yönünden üstünlüğü, kadınların şehvetlerinin bastırılması, kadınların birey olduğunu inkâr etmek ve onlara bir eşya gibi davranmak, erkekleri genel kadınları has yapan iş paylaşımı gibi şeyler bu özelliklere örnektir. (Tong, 1997: 150-152)    

Bunun gibi teoriler, teorilerin test edilmesi ve genellemeler hakkında ciddi belirsizlikler ve sıkıntıları beraberinde getirmekte ve bazen kişisel iz düşümlerden ziyade bilimsel kuramlara benzemektedir. Bunlar, erkeklerin maddi ve dışsal hegemonya faktörlerini görmezlikten gelmelerinden dolayı eleştirilmektedirler. Kesin olarak erkekler, daha çok fiziksel güç kaldıracından, kadınların ekonomik bağımlılıklarından, yasal ve kültürel desteğe ihtiyaç duymalarından ve içsel motivasyonlara dayanma gücünden yararlanarak kadınları sulta altına almışlardır.

c) Sosyolojik Kuramlar  

Erkeklerin hegemonyası ile ilgili açıklamalarda, bir takım sosyolojik kuramlarla karşı karşıya kalmaktayız. Ekonomik yahut kültürel veya bu faktörlerden ayrışmış olarak biyolojik veya ruhsal faktörlere vurgu yapılmıştır. Bu bölümde bu kuramlardan önemlilerine değineceğiz:

Friedrich Engels, Ailenin kökeni adlı kitabında,

Engels'e göre eski toplumlar ana-soycuydular. Çünkü tek-eşliliğin olmadığı bir toplumda soy anneye göre belirlenmek zorundaydı. Baba-soycu akrabalık kavramı, özel mülkiyetin ve miras hukukunun doğmasıyla ortaya çıkmıştı. Çağdaş tek-eşliliğin ortaya çıkışı, miras sorunuyla ilgiliydi. Mülkiyet Engels'e göre kadının erkeğe bağımlılığının devam ettiği ve bir tür "fahişelik" olan burjuva evliliği ile eşitlikçi işçi sınıfı evliliği arasındaki temel ayırıcıydı.

Engels'in yaklaşımı, özellikle Morgan'ın tezlerinin sorgulanmaya başlamasıyla yoğun eleştirilere uğradı. Özellikle işçi sınıfı ailelerinde erkek egemenliğin daha yaygın olduğunun kabul edilmesi, feminist hareketin orta-sınıf kadınlar üzerindeki özgürleştirici etkisi, boşanma hakkının yasallaşması gibi gelişmeler, kitabın açıklamalarını artık şüpheli hale getirmiştir.

Bununla birlikte kitap sosyalist rejimlerde kadınların toplumsal üretime katılması için temel kaynaklardan biri olurken, insanlığın dönemlerini üretim aracı üzerinden belirleyen antropolojik yaklaşımıyla marksist antropolojinin de temellerini atmıştır.

Ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni hakkında yaptığı açıklamalarla bir sonraki Marksist ve sosyalist kuramların temellerinin çoğunu atmıştır. Ona göre, beşerin başlangıcında çok sayıda çift ve onların çocuklarının olduğu müşterek aileler vardı ve aile işlerinin idaresi kadınların sorumluluğundaydı, ancak kadınların işleri kabilelerin bekası için hayati bir öneme sahip olduğundan ve gerekli umumi bir sanat olarak algılandığından, kadınlar yüksek bir sosyal konuma sahiptiler; ama hayvanların evcilleştirilmesi ve sığırcılığın gelişmesi beşeri toplum için yeni servet kaynaklarının ortaya çıkmasına neden oldu ve kabile hayvanlarının kontrolü erkeklerin elinde olduğundan, servet birikiminin erkeklerin elinde olmasıyla birlikte onların kadınlara oranla göreceli olarak güçlerini arttırdı. Buna karşın kadınların iş ve üreme değerleri azalmaya ve sosyal statüleri düşmeye başladı. Sonuçta, ataerkil ailenin türemesine ve bilhassa tek eşli biçimindeki ev işlerinin idaresinin umumi ve içtimai özelliğini kaybederek özel bir hizmet şekline bürünmesine neden oldu. Kadın, evin ilk hizmetçisi rolüne geçti ve sosyal üretimde ortaklıktan dışarı atıldı.

Engels'in teorisinin temel teması, yani erkeklerin sulta ve hâkimiyetinin servetin kontrol ve mülkiyeti ve üretim araçlarının kökünde yatmaktadır teorisi, bir sonraki araştırmacılar tarafından farz edilmiş ya da teyit edilmiştir. Çağdaş araştırmacılar, bir çok çiftçi toplumlarda kadınların gücünün az olduğunu izhar etmişlerdir. Zira bu toplumlarda, toprağın veraset sistemi babadan erkek oğula geçmekte ve sonuçta kadın, toprak sahibi olmamaktadır. Nitekim bu toplumlarda kadın evlilik sırasında kendi evini terk etmekte ve kocasının yaşadığı evde ikamet etmeye başlamaktadır. Antropoloji bulguları da bunu ortaya koymaktadır ki kadınların ortaklıklarının artmasıyla özellikle erkeklerin kadınların faaliyetlerine bağlı oldukları koşullarda, kadınların güçleri artmakta ve hatta bazen erkeklerin güçleriyle eşit konuma gelmektedir; örneğin denildiğine göre bazı Afrika kabilelerinde kadınlar kabilenin beslenmesinin % 60 ile 80’nini temin etmektedir, kadınların kabile işlerinde karar alma güçleri erkeklerin haddindedir. 111 çağdaş toplum arasında kültürler arası yapılan bir araştırmaya göre, kadınların iş gücünde müşareketi her ne kadar artarsa, erkeklerin onlara güç uygulama imkânı daha az olmaktadır. (Kammeyer, et al, 1989: 327)

Tüm bunlara rağmen, bu soruya yalnızca ekonomik açıklamalarda bulunmak soruna açıklık kazandırmamakta ve uzmanların ileri sürdüğü çeşitli kuramlarla bunlara kusurlar bulunmaktadır. Shulamith Firestone gibi bazıları üreme biyolojisi ve regl, menopoz, kadın hastalıkları, doğum zorluk ve acıları, doğum, süt verme ve bebek bakımı gibi biyolojik gereksinimlerin kadınların erkeklere tarih boyunca ekonomik olarak bağlılıklarının kökenini oluşturduğunu ileri sürmüşlerdir. (Firestone, 1997: 23)

Başka bir feminist düşünür grubu ise ataerkilliğin temellerinin güçlenmesinde kültürel unsurların rolüne dikkat çekmiştir. Simone de Beauvoir, erkekler tarafından uydurulan efsanelerin erkeklerin kadınlara sultasındaki önemli bir etken olduğunu ileri sürmekte ve hatta dini öğretilerin bu efsanelerin zümresinden olduğunu ifade etmektedir. Onun dediğine göre:

Yasa koyucular, keşişler, filozoflar, yazarlar ve bilim adamları, kadınların melekut alemindeki düşük konumlarının köklü olduğunu ve yeryüzünde de bunun faydalı olduğunu ortaya koymak için uzun dönemler uğraşmışlardır. Erkekler tarafından icat edilen dinler! Bu sulta ve hakimiyet arzusunu yansıtmaktadır. (Peach, 1998: 16)  

Kate Millett, cinsel politikalar kitabında, erkeklerin gücünün kökenini ataerkil ideolojilerde aramaktadır. Bu da yüksek öğrenim kurumları, kilise ve özellikle aile kurumlarının, kadınların erkeklere oranla bağlılıklarını açıklamakta ve takviye etmektedir. Sonuçta bir çok kadın, ereklere oranla daha aşağı ve düşük olduğunu içsel olarak hissetmektedir. (Tong, 1997: 96)  

Son dönemlerde postmodern odaklı feministlerin belirttiğine göre “dil”in kadınların güçlerinin azalmasında güçlü bir silah konumu olduğu ve ataerkilliğin tüm kültürel ve edebiyat alanlarına hâkim olduğu kaydedilmiştir. (Vincent, 1378: 288)

İslami Perspektif

İslam’ın kutsal metinleri, erkeklerin güç ve sultasının açıklaması hakkında doğrudan bilimsel kriterlere değinmemiştir, ancak hükümler, dini tavsiyeler, veriler ve gereksinimlerin çeşidi, bu konudaki görüşün çok faktörlü açıklamasını ortaya koyabilir. Bu görüşün açıklamasında, her şeyden önce biyolojik etkenlerin rolüne vurgu yapmak gerekir. Bazı hadislerde, kadınların göreceli zaaf ve güçsüzlüğü tasrih edilmiştir ve hatta bazı rivayetlerden istifade edildiğine göre bu güçsüzlüğün doğal ve zati kökeni vardır. (Bkz. Vesailu’ş Şia, c.1 14: 119, 121 ve 131 ve c. 15: 104-105) Hiç kuşkusuz erkeklerin kadınlara oranla fiziksel güç üstünlüğüne ister cebri ve zati yönden kail olalım ve isterse gebelik, doğum ve süt verme gibi öteki faktörleri bunun kaynağı bilelim bu, sulta ve hegemonyanın koşullarını erkekler için hazırlamıştır.  

Aynı şekilde kadınlar ve erkekler arasındaki bazı farklar örneğin, erkeklerde akılcılığın duygulara galebe çalması, kadınlarda ise duyguların akılcılığa galebe çalması gibi psikolojik özelliklere İslami rivayetlerde vurgu yapılmıştır. (Bkz. Vesailu’ş Şia, c. 14: 11 ve Biharu’l Envar, c. 32:73 ve 106) Tüm bunlar erkekleri bir çok yerde aile reisliği yönüne itmektedir. Bu psikolojik açıklamaya dayanarak, bazı kadınların tarih boyunca kendilerine has özelliklerinden kaynaklı olmak üzere hatta bir toplumun liderliğine bile ulaşmasını idrak ve tasdik etmek o kadar da zor olmayacaktır. Kur’an-ı Kerim’de adı geçen Saba melikesi bu istisnai kadınlardandır. (Bkz. Neml suresi)

Bununla birlikte, erkeklerin egemenliği babında biyolojik ve psikolojik faktörlerin etkin olmasını kaderci ve yazgıcı görüşe bağlanmamalıdır. Hiç kuşkusuz başka değişkenlerinde bu konuda dehaleti vardır. Onlardaki her türlü değişkenlik ve alternatiflik karı ve koca arasındaki güç dengesini sarsabilir. Muhtemelen ekonomik ve kültürel faktörleri, bu değişkenliklerin en önemlilerinden saymak gerekir.

Ekonomik faktörle ilişkili olarak Nisa suresinin 34. Ayetine bakılabilir. (Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur.) Ve meşhur yoruma göre Allah’ın erkeklere daha çok kabiliyet bahşetmesinden ve mallarından infak etmelerinden dolayı erkekler, kadınların yöneticiliğini üstlenmişlerdir. Bu ayet görüntüde, teşrii hükmü açıklama makamındadır ve tekvini ve nesnel ilişkilere nazır değildir, ancak erkeklerin kendi mallarından infak etmeleri kadınların mehir ve nafakalarını vermelerine yorumlanması (Bkz. El-Mizan, c. 4: 346) kadınların yöneticiliğini erkeklere veren iki nedenden biri olarak kaydedilmiş ve bu hükmü haber içerikli (erkekler kadınların yöneticisidir) ifadeyle beyan etmiştir. Ayeti kerime, ekonomik üstünlüğün daha çok gücü beraberinde getirdiği rayiç tasavvuru ortaya koymaktadır, ancak öyle anlaşılıyor ki kültür faktörü hatta ekonomik faktörden daha çok İslam tarafından tekit edilmiştir. Bunun şahidi İslam’ın bilimsel ve kültürel olarak ataerkil hurafe gelenek, inanç ve ibadetlerle mücadele etmesidir ki bunlar, kadınları cahiliyet döneminde oldukça aşağı bir konuma itmişti.    

Dolayısıyla, erkeklerin kadınlara sulta ve hegemonyası kaderci görüşle İslam’a isnat edilemez. Cinsel işlerin paylaşımı konusunda anlatılan açıklamanın bir benzeri burada da açıklanabilir. İşlevselci bir perspektifle ortak yaşamın bazı alanlarında ve o da belirlenmiş çerçeveler içinde erkeklerin kadınlara zahiri üstünlüğü şeriat tarafından ferdi ve toplumsal saadet için faydalı ve pozitif bir fonksiyonla değerlendirilebilir.

Ta buraya kadar İslam’ın gerçekçi bakış boyutu ele alındı, ancak değer boyutunda bu hatırlatmayla yetiniyoruz ki İslam cinsel bir çok ayrımcılık ve eşitsizlikleri reddetmekle birlikte bazı yerlerde erkeklere bir çeşit zahiri üstünlük bahşetmiştir. Bu da bir açıdan kadınlar ve erkekler arasında bulunan doğal farklardan ve bir yönden de İslam’ın toplumsal sisteminin matlup amaçlarından kaynaklanmıştır. Başka bir ifadeyle, İslam’da laik ve sekülerist perspektiflerde görülen güç ve hegemonya gibi meseleler gündeme getirilmemektedir. Yani bu konulara asalet verilmemekte ve başka konular bunların ışığı altında analiz edilerek değerlendirilmektedir. Bilakis bu meseleler örneğin bireysel, toplumsal ve ailevi maslahatlar ve ayrıca dini görev ve değerler gibi daha önemli konuların altında kalmıştır. Bundan dolayı, her ne zaman bireysel ve kitlesel çıkarlar rol ve etkinliklerde özel bir normu iktiza etmişse, o norm İslam’da beğenilmiş ve bundan dolayı İslam hukukunda bazen örneğin annenin çocuğuna süt vermesi konusunda kadının karar alma ve kendi görüşünü benimsetmesine rastlamakta ve hatta bu konuda erkeklerden daha çok olduğunu müşahede etmekteyiz.  

Elbette izan etmek gerekir ki eğer sadece seküler bakış açısıyla dini hüküm ve değerlere bakacak olursak, en azından bazı ataerkil endeksleri onlarda müşahede edebiliriz, ancak açıktır ki İslam ister ailede ve ister başka toplumsal alanlardaki güç benimsetme olgusunu adalet ve eşitlik ilkesine riayet etme şartıyla kabul etmekte ve hatta yöneticilere bu şartlara uymayanlara yasal işlemler yapma hakkı tanımaktadır. Örneğin erkeklerin eşlerine karşı kendi güçlerini kötü yönde kullanmaları durumunda bu hak tanınmaktadır. (Müstedrek el-Vesail, c. 12: 337) Bu esas üzerine Hz. İmam Humeyni (k.s) açıkça şöyle buyurmaktadır:

“Eğer bir erkek kendi eşine kötü muamelede bulunursa, İslam hükümetinde onu men ederler; eğer kabul etmezse, tazir vururlar ve eğer kabul etmezse, müçtehit talak verir. (İmam Humeyni düşüncesinde kadının yeri: 104)

Buna ek olarak, İslam gücün dağılımı yoluyla alçak gönüllülük, şefkat, bağış gibi ahlaki özelliklerle karı ve koca ilişkilerini imkân ölçüsünde stilize etmiş ve onun zorbalık ilişkisine dönmesine müsaade etmemiştir. Ancak eğer konuya dini bir bakış açısıyla yaklaşacak olursak, eşitlik dışında bir şey ortaya çıkmamaktadır. Zira erkeklerin kadınlara karşı her türlü zahiri üstünlükleri, bir çeşit üstünlük çeşidi yahut manevi mükâfatla kadınlar için telafi edilmiştir. Nebevi hadisi şerifte şöyle okumaktayız:

Kadının iyi karılık görevi yapması, kocasının hoşnut olması ve ona uyum sağalmak için çaba sarf etmesi ilahî sevap ve mükâfat yönünden erkekler için kararlaştırılmış faziletlerin tamamına denktir. (es-Suyuti, ed-Durru’l Mensur, c. 2: 153)

ABNA24.COM

 ------------------------------

[1] - Örneğin, Freud ve Chodorow’ın önceki konularda açıklandığı psikanalitik teorileri.


source : abna24
0
0% (نفر 0)
 
نظر شما در مورد این مطلب ؟
 
امتیاز شما به این مطلب ؟
اشتراک گذاری در شبکه های اجتماعی:

latest article

Ramazan Ayında Gece ve Gündüz Yapılması Gereken Tüm Dua ve Ameller
GUSÜL
NAMAZ AHLAKI GÜZELLEŞTİRİR
İmam Hasan (a.s)'ın Mazlumiyeti
İmam Hasan Askeri(a.s)’den Hadisler
CAFERİLİK
İnsanlığın Kurtarıcısı İmam Mehdi’nin Doğum Günü Münasebetiyle
NEDEN NAMAZ KILMALIYIZ?
Hz. Rugayye İkitelli'de Anılacak
Filistinli Esirlerin Açlık Grevi Zaferle Sonuçlandı

 
user comment